Sümerler: Tarihi Yeniden Yazdıran Uygarlık (2)
- Şehir – “uru” (𒌷)
Sümerler, yaşadıkları toprakların medeniyetin beşiği olduğuna inanıyordu. Kendilerini düzenin ve bilginin merkezinde görerek, çevrelerindeki göçebe toplulukları “barbar” anlamında (MAR.TU) adıyla tanımlıyorlardı. (Çok sonra aynı anlamda Antik Yunan’da barrbar (βάρβαρος) olarak kullanıldı) Onlar için şehir hayatı, tarım ve yazı, uygarlığın simgesiydi. Bir Sümer metni, göçebeleri şu sözlerle betimler:
“Tahıl nedir bilmeyen MAR.TU 𒈥𒌅 … Ne ev, ne kent bilen… Çiğ et yiyen, hiç evi olmadan yaşayan…”
Ancak zamanla bu fark daha da belirgin hale geldi. Küçük köyler büyüyerek Uruk, Nippur, Kiş ve Ur gibi büyük kentlere dönüştü. Sulama sistemlerine bağımlı olan bu yerleşimler, birbirine yakın konumlandı. Başlangıçta bağımsız olan bu kentler, güçlenenler zayıfları kontrol altına almaya başlayınca ilk kent devletleri ortaya çıktı. Sınırlar hendekler ve özel işaretlerle belirleniyor, su kaynakları ve tarım alanları için sürekli savaşlar yapılıyordu. Sümerlerin bu gerçeği anlatan meşhur bir sözü vardı:
“Gidip düşmanın toprağını alırsın, düşman da gelip senin toprağını alır.”
Okumak yerine izlemek isterseniz youtube kanalımda Sümerler hakkındaki videou seyredebilrisiz
Krallar, Saraylar ve Sosyal Düzen
Kent devletlerinin ortaya çıkışı, yönetim anlayışında büyük bir değişim yarattı. Geleneksel önderler (büyük insanlar), yerlerini tanrılar tarafından seçildiklerini iddia eden güçlü krallara bıraktı. Krallar yalnızca yönetici değil, aynı zamanda rahip ve savaşçıydı. Saraylar, yöneticilerle birlikte yazıcılar, muhafızlar, sanatkârlar ve rahiplere de ev sahipliği yapıyordu.
Ur kentinde, ölen hükümdarlarla birlikte saray mensuplarının da ölüme gitmesi yaygın bir ritüeldi. Müzisyenler, cariyeler ve muhafızlar, lüks giysiler içinde acısız bir zehir içerek efendileriyle birlikte mezara girerdi. Bu uygulama, kralların ölümden sonra bile güçlü bir hiyerarşiye sahip olduğuna inanıldığını gösterir.
Bilim, Teknoloji ve Sümer Mirası
Mezopotamya’da bilim ve teknoloji inanılmaz bir hızla gelişti. Tunç metalürjisi, çömlekçi çarkı, tekerlekli araçlar ve tekneler gibi icatlar bu dönemde ortaya çıktı. Ancak en büyük devrimlerden biri, tarımı kökten değiştiren karasabanın icadıydı.
Matematik ve mühendislik de büyük ilerlemeler kaydetti. Devasa tapınaklar, sulama kanalları ve bentler hassas hesaplamalar gerektiriyordu. Sümerler ayrıca kendine özgü bir sanat ve el sanatları geleneği oluşturdu ve tapınak ritüelleri büyük bir önem kazandı. Tüm bu gelişmeler, insanlığın sonraki medeniyetlerine ilham veren bir miras yarattı.
Uruk ve Eridu: Medeniyetin İlk Merkezleri
Arkeolojik bulgular, Mezopotamya’nın en eski kentinin Uruk olduğunu gösterse de, Sümerler için kutsal şehir Eridu’ydu. Onlara göre bilgelik ve su tanrısı Enki, Eridu’yu bataklıktan çıkararak uygarlığı getirmişti. Burası, tanrıların ve kutsal kuralların doğduğu yerdi; bir nevi altın çağın simgesi olarak görülüyordu.
Ancak zamanla Eridu’nun gücü azaldı. Sümer mitolojisine göre, bu değişimde tanrıça İnanna’nın kurnazlığı etkili oldu. Bir efsaneye göre İnanna, Uruk’tan Eridu’ya giderek Enki’yi şaraba boğdu. Tanrı sarhoş olup neşelendikçe, uygarlığın kutsal kuralları olan “meh”leri ona verdi. İnanna, bu bilgileri Uruk’a taşıyarak şehrini Mezopotamya’nın yeni merkezi haline getirdi.
Bu mit, aslında Sümer dünyasındaki büyük bir dönüşümü yansıtıyordu. Eridu, tarımsal yaşamı temsil ederken; Uruk, kentleşme ve ekonomik gücü simgeliyordu. Böylece Sümerlerin kutsal anlatılarında bile medeniyetin değişim rüzgârları hissediliyordu.
Sonuç: Sümerlerin Mirası
Sümerler yalnızca ilk şehirleri kurmakla kalmadı, medeniyetin temel taşlarını da attı. Yazıdan matematiğe, hukuktan astronomiye kadar geliştirdikleri sistemler, bugün bile insanlığın ilerleyişinde önemli bir rol oynamaktadır.
Onların hikâyeleri, ilk şehirlerin nasıl kurulduğunu, nasıl büyüdüğünü ve nasıl dönüştüğünü anlatan birer zaman kapsülü gibidir. Ve bu hikâyeler, binlerce yıl sonra bile medeniyetin kökenlerine ışık tutmaya devam ediyor.
- Savaş – “ug” (𒌦)
Medeniyet, yalnızca tarla süren ellerle değil, kılıç kuşanan ellerle de şekillenir!
M.Ö. 3000’lerde Sümer kent devletlerinde yönetim, başlangıçta rahipler ve tapınak merkezliydi. Ancak savaşların gölgesi genişledikçe, askeri liderler yükselmeye başladı. Krallar, önce tanrıların temsilcisi olarak görülüyordu. Ancak savaşlar süreklilik kazandıkça, güç, tanrıların değil, kılıcını en iyi kullananların eline geçti.
Mezopotamya’nın siyasi haritası kan ve rekabetle çizildi. Sürekli çatışmalar, kent devletlerinin bağımsızlığını zayıflattı. Dış tehditler ve iç savaşlar, birleşik bir yönetimin zorunluluğunu doğurdu. Ancak büyük bir coğrafyayı yönetmek, yalnızca askerî güce dayanmakla mümkün değildi.
M.Ö. 24. yüzyılda Akadlı Sargon, Mezopotamya’nın ilk büyük imparatorluğunu kurdu. Şehir devletlerini tek bir çatı altında topladı. Ancak onun başarısı bile ordunun sürekli beslenmesini ve savaşın hiç bitmemesini gerektiriyordu. İmparatorluğu ayakta tutan şey zaferdi—ve bir yenilgi, her şeyin çöküşü anlamına geliyordu.
Sonuç mu? Mezopotamya’da barış hiçbir zaman uzun sürmedi. Kentler arasındaki ittifaklar ve düşmanlıklar sürekli değişti. Ordu, sadece bir savunma gücü değil, siyasi otoritenin en büyük silahı hâline geldi. Böylece Mezopotamya tarihinde krallar, giderek savaşçılıkla özdeşleşen hükümdarlara dönüştü.
Ve tarih bize bir kez daha şunu gösterdi: Güç, kimin elinde olursa olsun, onu koruyamayanın sonu daima aynı olur! 🔥
- Gılgamış – “𒄑𒂆𒈦” Gilgameš
“İnsan ölür, ama adı yaşarsa gerçekten yok olur mu?”
Uruk Kralı Gılgamış… Tarihte adı bilinen en eski hükümdarlardan biri. Ancak onu sıradan bir kral olmaktan çıkarıp tanrısal bir kahramana dönüştüren, sadece fetihleri değil, ölümsüzlük arayışındaki trajik yolculuğuydu.
Efsaneler, onun güçlü bir savaşçı olduğunu söyler. Kiş hükümdarının Uruk’u tehdit etmesini engelledi, savaşlara katıldı. Ancak savaşın acımasız yüzüyle karşılaştığında, ırmakta yüzen cesetler ona kendi faniliğini hatırlattı.
Bu gerçeği kabullenmek istemedi. Adını sonsuza dek yaşatmak için ölümsüzlüğü aramaya koyuldu. Dostu Enkidu ile birlikte dev Humbaba’yı yendi, tanrıların öfkesine rağmen Gök Boğayı alt etti. Fakat her kahramanlık öyküsünün bir bedeli vardı: Tanrılar, Enkidu’yu hastalıkla cezalandırdı ve ölüm ona kaçınılmaz bir son getirdi.
Dostunun ölümü, Gılgamış’ı derin bir korkuya sürükledi. Eğer Enkidu bile ölebiliyorsa, kendisi nasıl hayatta kalabilirdi? Ölümsüzlüğün sırrını bulmak için yollara düştü. Bu yolculuk onu, Tufan’dan sağ kurtulan Utnapiştim’e götürdü. Ancak Utnapiştim ona acı gerçeği söyledi:
“Ölümsüzlük insanlara verilmedi, Gılgamış. Ölüm, yaşamın bir parçasıdır.”
Yine de Gılgamış pes etmedi. Gençliği geri getiren bir bitki buldu, ama dönüş yolunda bir yılan onu çaldı. Böylece sonsuz yaşam umudu, parmaklarının arasından kayıp gitti.
Ancak bu bir son değildi. Gerçek ölümsüzlük, bir isim bırakmaktı. Gılgamış, kendi faniliğini kabul etti ve büyük işler yaparak tarihe adını kazımaya karar verdi.
Ve bence başardı. Çünkü binlerce yıl sonra, **onun hikâyesini hâlâ anlatıyoruz.**🔥
- Son – “ud hul” (𒌓𒄬)
Sümer kent devletlerinin bağımsızlık dönemi sona ererken, tarihte ilk kez bir hükümdar birden fazla şehri yönetmeye başladı. Kiş Kralı Etena’nın tüm bölgeleri istikrara kavuşturduğu söylenir, ancak Sümer’in siyasi yapısı sürekli değişim içindeydi. Gutiler, Umma Kralı Lugalzagesi ve nihayetinde Akad Kralı Şarrukin (Sargon), bu topraklar üzerinde hâkimiyet kurarak Sümer’in kaderini şekillendirdi.
Sargon, “Dört Bir Yönün Kralı” unvanıyla ilk büyük imparatorluğu kurdu ve Sümer’i bir eyalete dönüştürdü. Ancak bu kadim halk hiçbir zaman tamamen yok olmadı. Akadlar çökünce Sümer şehirleri yeniden yükseldi ve Ur-Nammu, tarihin ilk yazılı kanunlarını oluşturdu. Adalet anlayışları ve hukuk sistemleri, bugünkü medeniyetlerin temelini attı.
Ne var ki, Sümer’in son hükümdarları bile istilaları durduramadı. Fakat Sümerler için tehlike sadece dış güçlerden değil, kendi iç dönüşümlerinden de geliyordu. Sümer panteonu büyük bir değişim geçirdi. Hammurabi döneminde, Sümer tanrıları ikinci plana itilerek Babil’in baş tanrısı Marduk en yüce ilah ilan edildi. Bu dönüşümle birlikte tanrıçalar gölgede kaldı ve kadın hakları zayıfladı. Ayrıca, tarımın aşırı kullanımı, savaşlar ve kontrolsüz kentsel genişleme şehirleri yavaş yavaş çöküşe sürükledi. Son darbe ise Elamlılardan geldi. Babil Kralı Hammurabi, MÖ 1750’de Sümer’i tamamen siyasi haritadan sildi. Ancak Sümerler tarihten silinmiş gibi görünse de kültürel mirasları hâlâ yaşamaya devam etti. Yazıları, bilimsel keşifleri, mitleri ve yasaları sonraki uygarlıklara ilham verdi. 1900’lü yıllarda yapılan kazılarla Sümerler yeniden keşfedildi. Ve şimdi, binlerce yıl sonra bile, onların hikâyesini anlatmaya devam ediyoruz.
- Keşif – Edin (𒂔)
Bir zamanlar Mezopotamya’nın bereketli topraklarında hüküm süren bu toplumun varlığı tamamen unutuldu. Onların izleri, dini metinlerde geçen “Şinar Ülkesi” gibi gizemli ifadelerin içinde saklıydı, fakat bu referanslar yüzyıllarca yanlış anlaşıldı. Şinar Ülkesi” (ya da “Şinear Diyarı“) Tevrat’ın Tekvin (Yaratılış) Kitabı’nda, Nemrut’un krallığının başlangıcında şehirler kurduğu ve Babil Kulesi’nin inşa edildiği yer (10:10, 11:2) ve Daniel Kitabı’nda (1:2 ) Babil Kralı Nebukadnezar‘ın Yahuda Kralı Yehoyakim’i esir alarak götürdüğü yer olarak geçmektedir. Kur’an-ı Kerim’de Şinar adı doğrudan geçmese de, (Bakara 2:258) sureside Nemrut ve Babil ile ilişkilendirilen anlatımlar yer almaktadır
Sümerler nasıl unutuldu? Daha da önemlisi, nasıl yeniden keşfedildiler?
17.yüzyılın en sıra dışı seyyahlarından biri olan Pietro Della Valle, 1614’te henüz 28 yaşındayken İstanbul üzerinden Mısır, Filistin, Suriye, Irak, İran ve Hindistan gibi, dönemin Avrupalıları için hâlâ gizemini koruyan topraklara doğru yola çıkmıştı. 14 yıl süren yolculuğu boyunca yalnızca egzotik kültürleri gözlemlemekle kalmamış maceralarını “Viaggi” (Seyahatler) adlı üç ciltlik eserinde detaylı olarak anlatmıştı. Ancak onun en büyük keşfi, tam anlamıyla bir tesadüf eseri gerçekleşti. Della Valle, Suriye’de Sitti Maani adlı Süryani bir kadına âşık olup, onunla evlendikten sonra seyahate birlikte devam etmişlerdir. O dönemde Irak’ın güneyinde kanunsuzluk hüküm sürüyordu ve yolculuk hiç de güvenli değildi. Bir gün, konvoyu eşkiyalar tarafından pusuya düşürüldüğünde kıl payı kurtulmayı başaran Della Valle bir ören yerine sığınarak günlerce saklanmak zorunda kalmıştı. Sığındığı antik harabeleri yani Ur Zigguratı’nın varlığını notlarına ayrıntılı bir şekilde eklemişse de ne o, ne de o dönem kitabını okuyanlar bunun bilinmeyen bir uygarlığa ait olduğunu anlayamazdı. Mezopotamya’da gördüğü çivi yazılı kil tabletleri de Avrupa’ya götürmüşse de Ancak o dönemde çivi yazısı henüz çözülemediğinden, bu yazıtların tam olarak neye ait olduğu anlaşılamamıştır. Sitti Maani 1622 yılının sonunda İsfahan’da düşük yaparken hayatını kaybettiğinde, Della Valle, eşini mumyalatarak seyahatine devam etmiş, 1626’da İtalya’ya döndüğünde eşinin naaşı Roma Aracoeli’deki Santa Maria Bazilikası’nda defnedilmiştir.
19.yüzyıl, sadece sanayi devrimiyle anılmaz, aynı zamanda tarihin yeniden yazıldığı bir dönem olarak da bilinir. Batılı arkeologlar, İncil’de anlatılan olayları ve kutsal metinleri doğrulamak için Mezopotamya’ya akın etmişlerdi. Ancak ele geçen kanıtlar, bildiğimizi sandığımız her şeyi yeniden sorgulamamıza neden olmuştu. Çünkü bulunanlar, Eski Ahit’ten binlerce yıl önce var olmuş, gelişmiş bir uygarlığa işaret ediyordu:
Gerçek keşif ise 19. ve 20. yüzyıldaki arkeolojik kazılarla geldi. 1860’larda Sir Austen Henry Layard (1817-1894) ve Asur kökenli Hormuzd Rassam (1826-1910), Asur ve Babil arkeolojisi üzerinden Sümerlerin keşfine dolaylı olarak katkıda bulunmuş İngiliz arkeologlardır. Layard, Osmanlı İmparatorluğu’nun Musul bölgesinde yaptığı kazılarda, Asur İmparatorluğu’nun başkentlerinden Nimrud ve Ninova‘yı keşfetti. Ninova’daki Asurbanipal Kütüphanesi‘nde bulunan çivi yazılı tabletler, Sümerler’in varlığının kanıtlanmasına yardımcı olacaktır.
- Kazı
1869 yılında, İngiliz Asurolog Henry Rawlinson (1810-1895) ve Fransız dilbilimci Jules Oppert (1825-1905), Mezopotamya’da bulunan binlerce yıllık çivi yazılı tabletleri çözmeye çalışıyordu. İlk başta bu tabletlerin yalnızca Akadca ve Asurca olduğu düşünülse de, bazı tabletlerde çok daha daha eski, bilinmeyen bir dile dile rastlamışlardı. Tamamen farklı bir gramer yapısına sahip olan bu metinler, bilinen hiçbir dile benzemiyordu. Jules Oppert, bu dili “Sümer Dili” olarak adlandırdıysa da dünya henüz kaybolmuş bir medeniyetin sesini duymaya hazır değildi. Dönemin akademi dünyasından şiddetli itirazlar geldi. Sümerler gerçekten var mıydı? diye sordular ve Oppert’in tabletleri yanlış yorumlama ihtimali üzerinde durdular. Öyle ya Mezopotamya’da Akadlar, Asurlular ve Babilliler uzun süre hüküm sürmüştü ancak bu bilinmeyen uygarlık nereden çıkmıştı ve neden iz bırakmadan tarih sahnesinden silinmişti?
Bu sorular, ünlü İngiliz arkeolog Sir Leonard Woolley (1880-1960)’in 1922-1934 yılları arasında, Ur antik kentinde yaptığı kazılarla nihayet yanıtlandı. Woolley, Ur kentinde yaptığı kazılarda, insanlık tarihinin en eski uygarlıklarından birinin izlerini ortaya çıkardı. Ur Kraliyet mezarlarında özellikle Kraliçe Puabi’nin mezarında Sümer soylularına ait altın kupalar, gümüş miğferler, lapis lazuli taşıyla bezenmiş taç, kolye, bileklikler hatta silindir mühürler ile savaş arabaları bu medeniyetin sadece varlığını değil aynı zamanda son derece gelişmiş bir toplum olduğunu kanıtlıyordu.
- Kayıp Parça – hus hul” (𒄷𒍑 𒄷𒇻)
Tarih bazen bir yapboz gibidir. Parçaları birleştirdikçe, bildiğimizi sandığımız hikâyeler hiç beklenmedik bir şekilde yeniden şekillenir. Sümer tabletleri çözülmeye başladığında, araştırmacılar Eski Ahit’teki bazı anlatılarla şaşırtıcı benzerlikler taşıyan hikâyelerle karşılaştılar. İngiliz Asurolog George Smith’in (1840-1876), 1872’de British Museum’da çalışırken, Asurbanipal’in Ninova’daki kütüphanesinden gelen çivi yazılı tabletleri incelerken Gılgamış Destanı’nın 11. tabletini çözümlemiş ve Nuh Tufanı’na çok benzeyen bir tufan hikâyesinin varlığını ortaya çıkarmıştı. Bu benzerlikler, yalnızca birkaç küçük detaydan ibaret değildi—kökenleri binlerce yıl öncesine uzanan, neredeyse birebir örtüşen anlatılar söz konusuydu.
Büyük Tufan: Nuh’un Hikâyesi Daha Eski miydi?
Sümerlerin en ünlü destanlarından biri olan Gılgamış Destanı, Nuh Tufanı’na neredeyse aynen benzeyen bir olaydan bahsediyordu. Ziusudra adlı bir karakter, tanrıların insanlığı yok etmeye karar verdiğini öğrenir ve kendisini ve ailesini kurtarmak için bir gemi inşa eder. Fırtınalar günlerce sürer, sonunda gemi bir dağa oturur ve bir kuş uçurularak kara parçası aranır. Bu anlatının, Eski Ahit’teki Nuh’un Gemisi hikâyesine çarpıcı derecede benzemesi, bilim dünyasında büyük bir tartışma yarattı.
Cennet Bahçesi: Dilmun’un Sırrı
Sümer mitolojisinde Dilmun adında kusursuz bir diyar anlatılıyordu. Burada yaşayanlar ne açlık çeker, ne hastalanır, ne de ölürdü. Üstelik bu cennetvari yer, bir kadının yasak bir meyveyi yiyerek lanetlenmesi ile bozulmuştu! Bu hikâye, Tevrat’taki Adem ve Havva’nın Cennet Bahçesi’nden kovulma anlatısına son derece yakındı.
İnsanın Yaratılışı: Tanrılara Hizmet İçin mi Vardık?
Sümer tabletlerinde insanın yaratılışına dair ilginç bir anlatı vardı: İnsanlar, tanrılara hizmet etmek için balçıktan yaratılmıştı. Bu anlatım, Eski Ahit’teki Adem’in topraktan yaratılması hikâyesiyle büyük bir benzerlik taşıyordu. Ancak Sümerler, insanın yaratılma sebebinin tanrılar için çalışmak ve onların yükünü hafifletmek olduğunu belirtiyordu
Büyük Tufan, Cennet Bahçesi, insanın balçıktan yaratılışı… Eski Ahit’te bahsedilen pek çok şey, binlerce yıl önce yazılan Sümer metinlerine benziyordu. Nezaketen benziyordu diyoruz tabii ki yoksa davaya bilirkişi atansa belki intihal diyecek… Ancak asıl bomba, bu bilgilerin kamuoyuna açıklanmasıyla patladı. Dilbilimci ve tarihçiler, Sümer hikâyelerinin Tevrat ve İncil’in temel kaynaklarından biri olabileceği fikrini genellikle heyecanla karşılarken, dini çevreler ‘inançların sorgulanması’ endişesiyle şiddetle karşı çıkmış, tabletleri “pagan mitolojisi” olarak tanımlayarak, din karşıtı bu tehdidi reddetmiş veya görmezden gelmiştir. Ancak korktukları gibi olmamıştır. Sümer tabletlerinin keşfi, halk arasında ne büyük bir tartışma ne de kafa karışıklığı yaratmıştır. Yine de 20. yüzyılın başlarında Sümeroloji, Batı üniversitelerde akademik bir dal olarak kabul edilmiş, Almanya’da Berlin Üniversitesi, Fransa’da Paris Üniversitesi ve Amerika’daki Chicago Üniversitesi bu alada öncü olmuştur. Ve artık biliyoruz: Sümerler vardı. Ve biz, onların mirasını taşıyoruz!
- Köken – “eme-gar” (𒂠𒃻)
Sümerlerin kökenine dair tartışmalar, tarihçi, arkeolog ve dilbilimcileri, neredeyse bir asırdır birbirine düşüren, mevcut verilerle de hiç bir sonuca varılamayan konularından birisidir. Sümerlerin kökeni hakkındaki ilk ve en önemli tartışma konusu, Sümerlerin Mezopotamya’nın yerli halkı olup olmadığıdır. Yani bazı yazarlar, Sümerlerin Mezopotamya’da zaten var olan bir halk olduğunu savunurken bazıları başka bir yerden bölgeye göç ettikleri iddiasındadır. Göç teorisini savunanlar da aralarında ikiye bölünmüş olup, ilk grup dilsel benzerlikler ve bazı arkeolojik buluntulara dayanarak, bugünkü İran’ın güneyindeki Elam bölgesinden veya doğuda daha bir uzak yerden geldiklerini, ikinci grup ise tarihsel ve kültürel benzerliklere dayanarak Akdeniz bölgesinden yani Mısır ve Levant’tan geldiğini savunmaktadır. Göç teorisyenleri ayrıca ilk şehir devletlerini kuran, yazıyı icat eden, karmaşık bir hukuk sistemi oluşturarak, astronomi ile matematikte ilerleyen bir halkın, bu düzeyde kültürel başarıyı tek başına yapamayağını, bunları ancak başka coğrafyalarda tanıdıkları halklardan öğrendikleri savıyla argümanlarını güçlendirmektedir. Sümer mitolojisinde sıklıkla yer alan göksel varlıklar ve tanrılar, bazı araştırmacılar tarafından da uzaylılar ile ilişkilendirilmiştir ki buna bir sonraki konuda ayrıntılı olarak değineceğim.
Cennette hangi dil konuşuluyor?
Cennet’te hangi dil konuşuluyor, hiç düşündünüz mü? Dil, insanlık tarihinin en büyük gizemlerinden biri… Peki, ilk insanlar hangi dili konuşuyordu? Daha da ilginci, Cennet’te bir dil var mıydı ve eğer varsa, bu Sümerce olabilir miydi?
Bugüne kadar yapılan çalışmalar, tek bir “ilk insan dili” olduğunu kanıtlayacak net bir veri sunmadı. Ancak bazı dilbilimciler, insanlığın en eski atalarının “Proto-Dil” olarak adlandırılan bir ilkel dili konuştuğunu öne sürüyor. Bu Proto-Dil’in, zamanla farklı kollara ayrılarak bugün bildiğimiz dillerin temelini oluşturduğu düşünülüyor. Ancak bu dilin nasıl bir yapıya sahip olduğu, hangi kelimeleri içerdiği veya gerçekten var olup olmadığı büyük bir muamma!
Bazı araştırmacılar ve tarih meraklıları, Sümerce’nin insanlığın ilk dili, hatta Cennet’in dili olabileceğini iddia ediyor. Peki, bu iddia kadar gerçekçi? Sümerce, bilinen en eski yazılı dil. Günümüzden yaklaşık 5000 yıl önce Mezopotamya’da konuşuluyordu. Bugün konuşulan dillerin hiçbiriyle doğrudan akraba olduğu henüz ispatlanmadığı gibi tamamen izole bir dil olması muhtemel. Birdenbire ortaya çıkıp, sonra kaybolması, bazı alternatif tarihçilerin “Acaba bu dil ilahi bir kökene mi sahipti?” diye düşünmesine neden oldu?
Bu iddiayı destekleyenlerin en büyük dayanaklarından biri, Kitabı Mukaddes’in Yaratılış bölümünde (11:1) geçen “Başlangıçta bütün dünyanın tek bir dili ve ortak bir konuşması vardı” ifadesi. Eğer Babil Kulesi efsanesinden önce tüm insanlık tek bir dil konuşuyorduysa, bu dil Sümer olduğu ileri sürülüyor.
Ancak teolojik ve akademik çevrelerde Sümerce’nin Cennet’in dili olduğuna dair pek destekçisi bulunmuyor ancak ezoterik çevrelerde, mistik öğretilerde ve alternatif tarihçiler arasında popülerliğini koruyor. Sümer tabletlerini farklı bir perspektifle yorumlayan ünlü yazarlardan Zacharia Sitchin (1920-2010) “12. Gezegen” (The 12th Planet) kitabında, Sümer yazıtlarının dünya dışı varlıklar (Anunnakiler) tarafından alınan ilhamla yazıldığını iddia eder. Sümercenin, Anunnakilerden gelen ilahi bir dil olduğunu öne süren popüler teoriler üretmiştir. Rus spiritüalist yazar Helena Blavatsky (1831-1891) ve bazı ezoterik düşünürler, Sümercenin kadim Atlantis veya Lemurya uygarlıklarından gelen kayıp kutsal bir dil olabileceğini öne sürmüştür. Bazı teologlar ise Babil Kulesi öyküsü bağlamında, Sümercenin Tufan öncesi evrensel dil olabileceğini iddia etmiştir. Kazım Mirşan (1919-2016) ve Osman Nedim Tuna (1923-2001) gibi bazı Türk araştırmacılar, Sümercenin Türkçe ile bağlantılı olduğunu ve insanlığın ilk dili olabileceğini iddia etmişlerdir.
Bilim dünyasından hala bir cevap gelmediğine göre şimdilik cennete gitmeden bu soruların doğru cevabını öğrenmek mümkün görünmüyor!
Neyse gelelim turpun büyüğüne! Aslında köken tartışmalarının en önemli bir boyutunda Sümer dili yer alıyor. Alman Sümerolog Dietz Otto Edzard (1930-2004) gibi bazı dilbilimciler Sümerce’nin, tıpkı Baskça ve Elamca gibi bilinen hiçbir dile benzemeyen, izole (yalıtık) bir dil olduğunu, dolayısıyla kökeninin belirsiz olduğunu savunurlar. Diğerleri ise Sümerce’nin daha geniş bir dil ailesine (Sami, Ural-Altay, Kafkas, Dravidya hatta Afrika) ait olabileceğini öne sürmektedir. Akademik camiada üzerinde uzlaşılan bir sonuç olmasa da Sosyal Medya Üniversitesi’nde ‘Sümerlerin Türklüğü’ hararetli bir şekilde savunulduğundan bu teorilerin artı ve eksilerini kısaca gözden geçirmekte fayda var.
Türk Kökeni Teorisi
Sümerlerin Orta Asya kökenli olduğu ve Sümerce’nin Türkçe ile akraba bir dil olduğu yönündeki görüşler, özellikle 19. yüzyıldan itibaren bazı Avrupalı araştırmacılar tarafından dile getirilmiştir ve akademik camiada ciddiye alınmaktadır. Yani milliyetçi bir hezeyan değildir.
Fransız Sümerolog ve Asurolog olan François Lenormant (1837-1883) Sümerce’nin Hint-Avrupa ve Semitik dillerle bağlantısı olmadığını belirterek Ural-Altay dilleriyle (Türkçe, Moğolca, Mançu-Tunguzca, Fince vb.) benzerlikler taşıdığını öne sürdü. Ancak, Sümerlerin doğrudan Türk olduğunu iddia etmedi, yalnızca dilsel paralelliklere dikkat çekti.
Alman dilbilimci ve oryantalist Fritz Hommel (1854-1936), Sümercenin Türkçe ve diğer Ural-Altay dilleriyle yapısal benzerlikler taşıdığını belirtti. 1915’te yayımladığı çalışmasında, yaklaşık 200 Sümerce-Türkçe kelimeyi karşılaştırarak bu tezi destekledi. Hommel, Sümerlerin köken olarak Orta Asya’dan Mezopotamya’ya göç eden bir halk olabileceğini savunmuştur ki görüşleri daha sonra bazı Türk tarihçileri tarafından benimsenmiş ve “Sümerler Türk müydü?” tartışmalarında referans olarak kullanılmıştır.
Ayrıca 20. yüzyıl başlarında Vladimir Minorsky ve bazı Rus bilim insanları da Sümerce’nin Altay dilleriyle ilişkili olabileceğini ileri sürdü. Biraz önce zikretmiştik Türk dilbilimci Osman Nedim Tuna (1910-2001) Sümerce ile Türkçe arasında 165 kelimenin fonetik ve anlamsal açıdan örtüştüğünü belirtti. Ayrıca, Sümerce ve Türkçenin eklemeli (agglutinatif) diller olması gibi dilbilgisel benzerliklere de vurgu yaptı. Ünlü Sümerolog, Muazzez İlmiye Çığ (1914-2023) Sümerlerin Orta Asya’dan Mezopotamya’ya göç eden bir halk olabileceğini ve kültürlerinde Orta Asya etkilerinin görülebileceğini belirtti.
Bu yazarlar Sümer-Türk ilişkisini destekleyen dilbilimsel danıtlar olarak en ünlüsü Tanrı anlamında Sümerce “Dingir” ile Türkçe “Tengri” olmaz üzere 200 kadar kelimeyi, kelimelere ekler eklenerek yeni anlamlar türetilmesi özelliği ile özne-nesne-fiil sıralamasının iki dilde aynılığını ileri sürdüler. Ayrıca gök tanrı inancı ile su ve at gibi bazı kültürel ögelerin ortaklığını vurguladılar. Bu teorinin daha en baştan zayıf noktası Türk adının ilk kez Çin kaynaklarında MÖ 3. yüzyılda geçtiği düşünülürse, Sümerlerin MÖ 4000-2000 yılları arasında var olduğu göz önüne alındığında birkaç bin yıllık kronolojik boşluğu açıklamanın zorluğudur.
Dravidya Kökeni Teorisi
Bu teori, Sümerlerin günümüz Hindistan ve Pakistan bölgesinde yaşayan Dravidya halklarıyla bağlantılı olduğunu öne sürmektedir. Sümerce ve Dravidya dilleri (Tamil, Telugu, Kannada vb.) arasında bazı sözcük benzerlikleri bulunduğu iddia edilmiştir. Sümerce’nin Dravidya dilleri gibi eklemeli bir dil olması, bu benzerliği güçlendiren unsurlardan biridir. Sümerlerin deniz ticaretinde aktif olduğu ve özellikle Hint Okyanusu kıyılarındaki Meluha (muhtemelen İndus Vadisi Uygarlığı) ile bağlantıları olduğu bilinmektedir. Sümerlerin “Dilmun” olarak adlandırdığı yerin, Hindistan veya Pakistan olabileceği öne sürülmektedir. Mezopotamya’da doğal olarak bulunmamasına karşın kültürel, dini ve ekonomik açıdan son derece kıymet verilen Lapis lazuli taşının Sümerlerce günümüz Afganistan’ındaki Badakhshan bölgesinden ithal edilmesi de dikkat çekicidir. Bununla birlikte Sümerler Badakhshan bölgesinden göç etmiş olsaydı, orada kültürel veya arkeolojik izler bırakmaları beklenirdi, ancak şu ana kadar bu yönde somut kanıtlar bulunamamıştır. Bununla birlikte Dravidya dillerinin günümüzde daha çok Güney Hindistan’da konuşuluyor olması, Sümerler ile doğrudan bir bağlantıyı zorlaştırmaktadır.
Diğer Köken Teorileri
- a) Kafkasya Kökeni
Sümerce’nin bazı Kafkas dilleriyle özellikle Çerkes ve Gürcü dilleriyle benzerlik taşıdığı öne sürülmektedir. Ancak, Sümerlerin Mezopotamya’ya göç ederken Kafkasya’dan geçmiş olabileceği ve bu etkileşimin doğal olduğu da düşünülmektedir.
- b) Proto-Sahra (Afrika) Teorisi
Sümerlerin Afrika kökenli olduğu ve Sahra bölgesinden Mezopotamya’ya göç ettikleri öne sürülmüştür. Sümerlerin kendilerini “kara başlı insanlar” (sag-gig-ga) olarak tanımlaması, bu teoriye dayanak olarak gösterilmiştir.
Konuyu çok uzatmak istemiyorum ve tekrarlıyorum. Şu an için Sümerlerin kesin olarak hangi halktan geldiğini söylemek mümkün değildir. Mezopotamya’da yaşamış toplulukların genetik analizleri üzerinden bazı çıkarımlar yapılmaktaysa da Sümerlere ait doğrudan DNA örnekleri günümüze ulaşmadığı için genetik kökenleriyle ilgili kesin veriler sınırlıdır. Sümerlerin kökenine dair araştırmalar ileride yeni metodlarla elde edilebilecek genetik analizler, dilbilimsel çalışmalar ve inşallah yeni arkeolojik keşiflerle ilerlemeye devam edecektir. Her halükarda, Sümerlerin kökenleri ne kadar tartışmalı olursa olsun, dünya tarihindeki yerleri tartışılmazdır!
- Anunnaki 𒀭𒀀𒉣𒈾𒆠 (AN.UNNA.KI)
𒀭 (AN) → “Tanrı, gökyüzü”
𒀀𒉣 (AN.UNNA) → “Soylular, göksel varlıklar”
𒈾𒆠 (KI) → “Yer, dünya”
Sümer Mitolojisinde
“Bütün işleri biz yapıyoruz, biz Anunnaki’yiz! Artık insanları yaratalım, onlar bizim yerimize çalışsın!”
Anunnaki, Sümer mitolojisinde “gök ile yerin tanrıları” anlamına gelen kadim bir terimdir. Bu isim, Enlil, Enki, İnanna gibi ulu tanrıları ve onların soyundan gelen kutsal varlıkları kapsar. Sümer ve Akad metinlerinde yankılanan bu kavram, zaman içinde farklı anlatılara evrilmiştir. Babil geleneğinin ürünü olan Enuma Eliş destanı, Anunnakileri tanrıların alt sınıfı olarak tanımlar. Kaosun cisimleşmiş hâli Tiamat’ı yenen Tanrı Marduk, Anunnakilere evrenin düzenini şekillendirme görevini bahşetmiş, onlar da Babil’in görkemli tapınaklarını inşa etmiştir.
Sümer tufan anlatılarından Atrahasis Destanı’nda Anunnakiler, ağır işlerle yükümlü tanrılar olarak betimlenirken, iş yüklerinden kurtulmak için insanların yaratılması fikrini Enki’ye sunarlar. İnsanların yaratılışıyla birlikte, Anunnakiler üstün tanrılar olarak geri çekilmiş, yeryüzünün dengesini gözetmeye koyulmuştur. Eridu Yaratılış Hikayesi, onların dünya düzenini sağlamakla görevli ilahi varlıklar olduğunu anlatır. Eridu, Uruk ve Nippur’un kutsal mekânları Anunnakilerin göksel kudretini simgeler. Ancak bazı anlatılar, onların yeraltı dünyasının yargıçları olarak adalet dağıttığını da dile getirir. İnanna’nın ölüler diyarına inişi sırasında karşılaştığı “yeraltı dünyasının yedi yargıcı” Anunnakiler, ruhların kaderine hükmeden varlıklar olarak resmedilir.
Zecharia Sitchin (1920-2010), Sümer metinlerine dair iddialarıyla bilinen ve tartışmalı “Antik Astronot Teorisi“nin en popüler savunucularından biridir. Sümer mitlerini dünya dışı varlıkların izleri olarak yorumlayan Sitchin, akademik dünyada Sümerce ve Mezopotamya tarihi konularındaki yetkinliği sorgulanan bir araştırmacıdır. O, “Earth Chronicles” (Dünya Tarihçeleri) serisiyle tanınır ve Anunnaki teorisini 1976’da yayımladığı “The 12th Planet” (12. Gezegen) adlı eseriyle dünyaya duyurmuştur.
Popüler Kültürde Sitchin’e göre Anunnakiler, Sümer mitolojisinde ilahi varlıklar olarak anılan, fakat aslında uzak bir yıldız sisteminden gelen dünya dışı varlıklardı. Sümer halkı, onların üstün bilgeliği karşısında bu varlıkları tanrı mertebesine yükseltmişti. Sitchin, Sümer metinlerinde bahsedilen “Nibiru” adlı gök cisminin, Güneş Sistemi’nde bilinmeyen bir gezegen olduğunu iddia eder. Nibiru’nun eliptik bir yörüngeye sahip olduğunu ve her 3,600 yılda bir Dünya’nın yakınından geçtiğini öne sürer. Anunnakiler, bu gezegenden yola çıkıp 450,000 yıl önce Dünya’ya gelmiş, altın madenciliği için insanı yaratmışlardı. İnsan, onların genetik mühendisliğiyle şekillendirilmiş bir türdü. Enki, insanlığın yaratılmasına öncülük eden bilge varlık olarak sunulurken, Enlil insanlar üzerinde otoriter bir yönetici olarak tasvir edilmiştir. Sümer tufan anlatılarında Enlil insan soyunu yok etmeye çalışırken, Enki bir kurtuluş yolu sunmuştur: Ziusudra’yı tufandan koruyarak yeni bir başlangıcın temelini atar.
Sitchin’in teorileri, akademik çevreler tarafından spekülatif ve hatalı çevirilere dayalı bulunmuştur. Sümer tabletlerindeki kavramları kendi çıkarımlarına göre yorumladığı, bilimsel yöntemlere dayanmayan varsayımlar oluşturduğu öne sürülmüştür. Nibiru’nun devasa bir gezegen olduğu fikri, Sümer kaynaklarının ötesine geçerek modern astronomiyle de çelişmektedir. Evrim sürecine dair mevcut bilimsel veriler, insanın bir anda yaratılmadığını, milyonlarca yıllık doğal seleksiyon süreciyle geliştiğini ortaya koymaktadır. Bu sebeple, hiçbir ciddi Sümerolog veya tarihçi Sitchin’in teorilerini kabul etmemiştir. Onun eserleri, bilimsel değil, mitolojik ve spekülatif bir anlatı olarak değerlendirilmiştir.
Antik Astronot Teorisinin en önemli savunucularından biri olarak Sitchin’in fikirleri, bilim dünyasında reddedilmiş olmasına rağmen popüler kültürde derin izler bırakmıştır. “Ancient Aliens” (Tarih Öncesi Uzaylılar) gibi belgesellerde onun görüşlerine sıkça yer verilmiş, David Icke (1952, -) ve Erich von Däniken (1935, -) gibi isimler bu teoriyi daha da genişletmiştir. Anunnaki miti, filmlerden video oyunlarına kadar geniş bir alanda yankı bulmuş, “Stargate”, “Prometheus” gibi yapımlarda efsanenin izleri sürülmüştür.
Reptilian teorisi, modern bir komplo teorisi olup, Anunnakilerin insanlığı yöneten sürüngenimsi varlıklar olduğu iddiasına dayanır. Bu teori, Sümer mitolojisinde Enki’nin zaman zaman “yılan benzeri” bir figür olarak tasvir edilmesiyle ilişkilendirilmiştir.
David Icke, The Biggest Secret (1999) adlı kitabında dünya liderlerinin aslında insan kılığına bürünmüş Reptilianlar olduğunu öne sürerken, Children of the Matrix (2001) kitabında bu varlıkların insanlığı kontrol eden bir sistem kurduğunu iddia etmiştir. Icke, bu anlatıyı antik Sümer metinleriyle ilişkilendirse de, akademik çevreler onun teorilerini bilim dışı ve spekülatif olarak değerlendirmiştir.
Oysa Sümerler, tanrılarını çoğunlukla insan biçimli olarak tasvir etmiş ve sürüngen figürleri Sümer sanatında pek yaygın olmamıştır.
Sümerler gerçekten kadim tanrılarla mı karşılaştı, yoksa göğe baktıklarında kendi hayal güçlerinin sınırlarını mı gördüler?
Eğer henüz okuamdıysanız önceki bölüm: Sümerler: Medeniyetin Gerçek Mimarları Kimdi? (1)